Beyin Aşık Olacağı Kişiyi Kendi Seçiyor!

‘Aşk’ farsça bir kelime olan ‘aşeka’ dan geldiğini, yani ‘sarmaşık’ demek olduğunu, sarmaşığın da insanı sarıp kuşatan, hareketine izin vermeyen, insanı darlayan bir duygu olarak tanımlanır. Aşk kelimesi ışık kelimesinin kökeninden de gelir. ‘Öyle bir ışık ki başkasına dahi baktırmayan’ anlamını ifade eder. Türkçede var olan ‘aşk’ kelimesinin ingilizce karşılığı yoktur. Hepimizin bildiği aşk olarak tanımladığımız ‘love’ kelimesinin karşılığı şefkat, sevgi, sevda, hayranlık, tutku gibi sözcüklerin karşılığıyla bilinir.

Bakıldığında duygusal bir deneyim gibi görünse de, aslında beynimizin karmaşık bir planlamasının ortaya çıkarmasıdır. Kime aşık olacağımız, ne zaman ve neden aşık olacağımız; sadece rastlantılara ya da romantik uyuma bağlı değil, genetik yapımızdan nörokimyasal tepkilere kadar uzanan biyolojik süreçlerle şekilleniyor. Modern bilim, aşkın kalpte değil, beyinde başladığını açıkça ortaya koyuyor.

🧬Kodlanan Genler: Aşkın Genetik Temeli

Aşk, çoğu insan için tamamen duygusal bir tercih gibi görünse de, aslında genetik yapılar bu süreçte önemli bir rol oynar. Farkında olmadan, genetik olarak kendilerinden farklı bireylere yöneliriz. Bu farklılığı belirleyen temel unsurlardan biri MHC (Major Histocompatibility Complex) genleridir. MHC genleri, bağışıklık sistemimizin işleyişini düzenleyen ve her bireyde farklı kombinasyonlarda bulunan genlerdir. Bilimsel araştırmalar, MHC gen profili kendininkinden farklı olan bireylerin yaydığı vücut kokusunun daha çekici bulunduğunu göstermiştir. Bu fark, bilinçdışı bir şekilde beynimiz tarafından algılanır ve evrimsel olarak daha sağlıklı, bağışıklık sistemi açısından avantajlı yavruların doğması için genetik olarak “uyumlu” bireylerin eş olarak seçilmesine yardımcı olur. Bu yönelim, doğanın genetik çeşitliliği artırarak türün hayatta kalmasını sağlama stratejisi gibidir. Aşkı etkileyen genetik faktörler sadece MHC ile sınırlı değildir. Özellikle iki önemli gen, aşkı nasıl deneyimlediğimizde kritik bir rol oynar: DRD4 ve OXTR.

DRD4 (Dopamin reseptör D4 geni), dopamin adı verilen nörotransmitterin beyindeki reseptörlerini kodlayan bir gendir. Dopamin, beynin ödül sistemiyle yakından ilişkilidir ve haz, motivasyon, risk alma ve öğrenme gibi birçok süreçte önemli bir rol oynar. DRD4 geninde bazı varyantlara sahip olan bireyler genellikle daha maceracı, yenilik arayan ve yoğun duygusal uyarana ihtiyaç duyan kişilik özellikleri gösterir. Bu kişiler, tutkulu aşk ilişkilerine daha açık olma eğilimindedir çünkü dopamin sistemleri, yeni ve heyecan verici deneyimlere daha güçlü bir yanıt verir. DRD4 geninin bu özelliği, aşık olma sürecinde kişiyi daha hızlı ve yoğun bağlanmalara açık hale getirir. Ayrıca, aşkı bir “ödül” olarak algılamada ve bu ödülü tekrar tekrar istemede dopamin sisteminin rolü oldukça büyüktür. Dolayısıyla, DRD4 geni, aşkın başlangıcındaki heyecan, çekim ve motivasyon duygularının temel biyolojik düzenleyicilerinden biridir.

OXTR (Oksitosin reseptör geni) ise, bağ kurma, güven, empati ve duygusal yakınlık gibi sosyal davranışları yöneten oksitosin hormonunun beyindeki etkilerini kontrol eden bir gendir. Oksitosin, özellikle fiziksel temas, sarılma ve cinsel birliktelik gibi anlarda salınır ve iki kişi arasında bağ kurmayı güçlendirir. OXTR genindeki varyasyonlar, bireylerin bağlanma tarzını etkiler; bazı insanlar için güven oluşturmak ve duygusal yakınlık geliştirmek daha kolayken, bazıları için bu süreç daha zorlayıcı olabilir. Aşık olma sürecinde, OXTR geni etkili bir şekilde çalışıyorsa, kişi partnerine karşı daha kolay empati kurar, onunla daha rahat bir duygusal bağ geliştirir ve uzun vadeli bir ilişki için güven hissini içselleştirir. Bu gen, aynı zamanda romantik ilişkilerde sadakat ve bağlılığın biyolojik temelini oluşturan mekanizmaların bir parçasıdır.

⚡Epinefrin ve Norepinefrin: Aşkın Kimyasal Kıvılcımları

Aşkın başlangıcında yaşanan o heyecan, kalp çarpıntısı ve zihinsel uyanıklık; aslında büyük ölçüde epinefrinle ilgilidir. Aşkın ilk kıvılcımları çoğu zaman fiziksel olarak hissedilir: Kalp atışlarının hızlanması, avuç içlerinin terlemesi, göz bebeklerinin büyümesi ve nefesin hızlanması… Tüm bu belirtiler, beynin bir tehlike algısıyla verdiği biyolojik bir yanıtın sonucudur. Bu yanıtın merkezinde ise epinefrin (adrenalin) ve norepinefrin (noradrenalin) gibi stres hormonları yer alır. Beyin, sevdiğiniz kişiyi gördüğünde ya da onunla temas kurduğunda bu hormonları salgılayarak bedeni “savaş ya da kaç” durumuna geçirir. Ama bu sefer bir tehlike yoktur; bunun yerine, aşık olunan kişi beynin öncelik sırasına yerleşmiş bir uyarıcı olarak algılanır. Yani aşk, başlangıçta aslında kontrolsüz bir stres tepkisi gibidir.

Epinefrin, adrenal medulladan salınan ve kalp atışlarını hızlandıran, kaslara daha fazla kan gitmesini sağlayan, göz bebeklerini büyüten ve zihinsel uyanıklığı artıran bir hormondur. Sevdiğiniz kişiyi gördüğünüzde hissettiğiniz heyecanın fiziksel belirtileri büyük ölçüde epinefrinin etkisidir. Vücut, bu kişiyi sıradan bir unsur gibi değil, çevredeki en önemli uyarıcı olarak algılar. Bu nedenle epinefrin, aşkın ilk evresinde yaşanan coşkulu duygu durumunun ve fizyolojik ajitasyonun temel tetikleyicilerindendir.
Bununla birlikte, norepinefrin daha çok beynin dikkat, uyanıklık ve odaklanma merkezlerinde etkili olur.
Noradrenalin, aşkın sadece kalbi değil, zihni de ele geçirmesine yardımcı olur. Bu hormon, sevdiğiniz kişinin sesini, yüzünü, davranışlarını ve size nasıl hissettirdiğini adeta zihninizde kazır. Dikkatiniz sürekli ona yönelir ve hafızanızda onunla ilgili detaylar olağanüstü bir şekilde yer eder. Yani norepinefrin, aşkı bir “bilişsel sapma” haline getirir; kişi o bireyi düşünmekten kendini alamaz.

Bu iki hormonun üretimi ve işleyişi bazı genlerin kontrolü altındadır. Bunlardan ilki, PNMT (Fenilethanolamin-N-metiltransferaz) genidir. Bu gen, norepinefrinin epinefrine dönüşmesini sağlayan enzimi kodlar. Yani epinefrin üretimi doğrudan bu genin aktivitesine bağlıdır. PNMT geninin ekspresyon seviyesi arttığında, daha fazla epinefrin üretilir ve bu durum bireyin stres tepkisine ve dolayısıyla aşık olma sırasında yaşadığı fiziksel uyarılma düzeyine doğrudan etki eder. Bazı bireylerde PNMT aktivitesi daha yüksek olabilir; bu da onların daha yoğun heyecan, coşku ve kalp atışı gibi tepkiler vermesine neden olabilir.

Bir diğer önemli gen ise DBH (Dopamin beta-hidroksilaz) genidir. Bu gen, dopaminin norepinefrine dönüşümünü sağlayan enzimi kodlar. Dolayısıyla, dopaminin ödül sistemindeki etkisinden sonra, norepinefrin sayesinde odaklanma ve zihinsel dikkat sürecine geçilir. DBH genindeki farklılıklar, bireyler arasında duygusal odaklanma düzeyinde değişimlere yol açabilir. Bazı varyantlara sahip bireyler, sevdikleri kişiye daha kolay takıntılı bir şekilde odaklanabilirken, bazıları bu süreçleri daha kontrollü bir şekilde deneyimleyebilir. Aşkın zihinsel yoğunluğu ve unutulmazlığı bu genin yönetiminde şekillenir.

🧪Dopamin, Serotonin, Oksitosin: Aşkın Diğer Kimyasal Oyuncuları

Aşk; bir duygu olmaktan öte, beyinde gerçekleşen karmaşık bir kimyasal senfonidir. Bu senfoni, çeşitli nörotransmitterlerin ve hormonların etkileşimiyle oluşur ve bireyin aşkı nasıl deneyimlediğini belirler. Aşkın yalnızca coşkulu bir heyecan değil, aynı zamanda zihinsel bir saplantı ve duygusal bir bağlılık hâline gelmesini sağlayan başlıca kimyasal aktörler arasında dopamin, serotonin ve oksitosin yer alır.

Dopamin, beynin ödül ve haz merkezini yöneten bir nörotransmitterdir. Bir kişiye aşık olduğunuzda, onunla vakit geçirmek dopamin sistemini aktive eder. Bu, sizi “ödüllendirilmiş” gibi hissettirir ve aynı uyarıcıya tekrar tekrar yönelmenizi sağlar. Aşık bireyler, sevdikleri kişinin varlığını bir çeşit bağımlılık unsuru olarak deneyimler. Bu bağımlılık, “onsuz yapamam” hissini doğurur. Dopaminin bu yoğun etkisi, beynin prefrontal korteks, amigdala ve ventral tegmental alan gibi bölgelerinde aktive olur. Bu nörokimyasal etkinlik, dopaminin etkilerini düzenleyen DRD4 (Dopamin D4 reseptör geni) aracılığıyla şekillenir. DRD4 geni, dopaminin beyindeki bağlanma noktalarını belirler. Bu genin belirli varyantları (özellikle 7R aleli), bireyde daha yüksek uyarılma eşiği, yenilik arayışı ve yoğun romantik tutkularla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle bazı insanlar aşkı daha derin, hızlı ve yoğun yaşarken; bazıları daha sakin ve kontrollü ilişki biçimleri geliştirir.

Serotonin, ruh hali, kaygı, obsesyon ve genel davranışsal denge üzerinde etkili olan bir başka nörotransmitterdir. İlginç bir şekilde, aşık olan bireylerde serotonin düzeylerinde genellikle belirgin bir düşüş gözlemlenir. Bu düşüş, kişide takıntılı düşünceler, aşırı odaklanma ve duygusal dalgalanmalar yaratır. Özellikle obsesif-kompulsif bozukluğu olan bireylerle benzer serotonin profiline sahip âşık bireylerde, sevilen kişiyi sürekli düşünme, kıskançlık ve kontrol edilemeyen özlem gibi davranışlar yaygındır. Serotonin seviyesini düzenleyen başlıca gen SLC6A4 (Serotonin taşıyıcı geni)’dir. Bu gen, serotonin taşıyıcı proteinini kodlar ve serotoninin sinapslar arasındaki taşınmasını kontrol eder. SLC6A4 geninin kısa alel taşıyıcılarında (5-HTTLPR kısa varyantı), daha düşük serotonin taşıma kapasitesi nedeniyle duygusal tepkilerin daha yoğun yaşandığı ve aşkın daha sarsıcı biçimde deneyimlendiği gözlemlenmiştir.

Oksitosin, “bağlılık hormonu” ya da “sarılma hormonu” olarak bilinir. Sarılma, öpüşme, cinsel yakınlık gibi fiziksel temaslar oksitosin salınımını tetikler. Bu hormon, iki birey arasında duygusal güveni, bağlılığı ve sadakati güçlendirir. Aşkın sadece bir heves değil, sürdürülebilir bir bağ hâline gelmesini sağlayan biyolojik zemin oksitosindir. Anne-bebek bağından romantik ilişkilerdeki güven oluşumuna kadar oksitosin, bireyler arası bağların tümünde temel rol oynar. Bu hormonun etkisini yöneten gen OXTR (Oksitosin reseptör geni)’dir.

🧠 Beynin Aşka Verdiği Nörobilimsel Tepki: Aşkın Nöroanatomisi

Aşk yalnızca kalpte hissedilen romantik bir duygu değildir; beynin belirli bölgelerinde gerçekleşen nörokimyasal aktivitelerin ürünüdür. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) teknikleri sayesinde yapılan nörobilimsel çalışmalar, aşık olan bireylerde beynin spesifik alanlarında yoğun bir aktivasyon olduğunu ortaya koymuştur. Bu alanlar, aşkın ödül, arzu, karar alma ve duygusal hafıza boyutlarını düzenler. İşte aşkı yöneten dört temel beyin bölgesi:

Aşkın beyinde nasıl işlendiğini anlamak için nörobilimsel düzeyde dört ana yapının birlikte nasıl çalıştığına bakmak gerekir. Dopamin üretim merkezi olan Ventral Tegmental Alan (VTA), bir kişiye aşık olduğumuzda ödül beklentisiyle aktif hale gelir ve bu durum, o kişiye karşı yoğun bir motivasyon ve takıntı yaratır. VTA’dan salınan dopamin, Nucleus Accumbens’te etkisini göstererek sevilen kişiye dair haz duygusunu pekiştirir; böylece o kişiyle geçirilen her an, beyin tarafından ödül olarak kodlanır. Bu biyokimyasal süreçler, aşkı bağımlılık benzeri bir deneyime dönüştürür. Aynı zamanda, aşkın ilk evrelerinde Prefrontal Korteks’in kontrol işlevleri zayıflar; mantıklı düşünme ve risk analizi gibi bilişsel süreçler geri planda kalır. Bu nedenle, aşkın başlarında insanlar duygularıyla hareket eder, mantık ikinci plana atılır. İlişki ilerledikçe bu bölge yeniden devreye girerek romantik kararların daha sağduyulu bir şekilde alınmasına yardımcı olur. Öte yandan Amigdala, aşkın duygusal hafızasını yönetir; sevilen kişiye dair kokular, şarkılar ve anılar burada kodlanır ve gerektiğinde güçlü duygusal tepkilerle yeniden ortaya çıkar. Tüm bu yapılar bir araya geldiğinde, aşk sadece bir duygu değil, beyinde yer alan karmaşık bir nörokimyasal ve bilişsel süreçler bütünü olarak karşımıza çıkar.

Aşk, böylece sadece bir “his” değil; beynin ödül, hafıza, karar ve duygusal düzenleme sistemlerini bütünsel olarak içine alan, güçlü ve biyolojik temelli bir deneyime dönüşür.

🔍 Psikolojik ve Bilinçdışı Seçimler: Aşkın Görünmeyen Kodları

Aşk, yalnızca hormonların, genlerin ve beynin biyokimyasal tepkilerinin bir ürünü değildir. Aynı zamanda derin psikolojik yapıların, erken dönem deneyimlerin ve bilinçdışı öğrenmelerin yönlendirdiği çok katmanlı bir süreçtir. İnsan beyni, sevgiye ve bağa dair ilk şablonları çocuklukta, özellikle de bakım verenlerle kurulan ilişkilerde öğrenir. Bu şablonlar, yetişkinlikte kurulan romantik ilişkilerin “psikolojik haritasını” oluşturur.

Aşkın psikolojik yönü, bireyin çocukluk deneyimleri, geliştirdiği bağlanma stilleri ve kültürel etkilerle biçimlenir. Erken yaşlarda ebeveynlerden alınan ilgi ve güven duygusu, yetişkinlikte kurulan romantik ilişkilerin temelini oluşturur. Güvenli bağlanma geliştiren bireyler sağlıklı ilişkiler kurmaya daha yatkınken; kaygılı veya kaçıngan bağlanma tarzına sahip kişiler, aşkta ya yoğun bağımlılık ya da duygusal mesafe yaşama eğilimindedir. Bu bağlanma kalıpları çoğu zaman bilinçdışı biçimde işler ve kişi, farkında olmadan geçmişte tanıdığı ilişki dinamiklerini tekrar eden partnerlere çekilir. Bu nedenle bazı insanlar, zor elde edilen ya da duygusal olarak mesafeli kişilere karşı yoğun hisler geliştirebilir; bu, çocuklukta karşılanmamış duygusal ihtiyaçların bir tür telafi çabasıdır. Ayrıca medya, aşkı dramatize edip idealize ederek bireylerin zihninde gerçekdışı beklentiler yaratır. Diziler, filmler ve sosyal medya içerikleri, aşkın nasıl yaşanması gerektiğine dair kalıplar sunar ve beyin, bu temsilleri doğal kabul ederek aşk seçimlerinde bu şablonlara uyan kişilere yönelir. Sonuç olarak, bireyler hem geçmiş deneyimlerinin hem de kültürel kodların etkisiyle kendilerine tanıdık gelen kişilere karşı daha fazla çekim hisseder; bu tanıdıklık, beyinde güven hissi uyandırarak hızlı bir duygusal yakınlık kurma sürecini başlatır.

Aşk, yalnızca hormonların salındığı bir biyolojik süreç değil; aynı zamanda kişinin geçmiş yaşantılarının, psikolojik örüntülerinin ve bilinçdışı öğrenmelerinin belirlediği çok boyutlu bir deneyimdir. İnsanlar çoğu zaman farkında olmadan, çocukluklarında sevilme biçimlerine benzer sevgileri yeniden yaşamaya çalışırlar. Bu yüzden aşk, hem geçmişin bir yansıması hem de geleceğin duygusal planıdır.

Son bir hatırlatma ile ‘Aşkın başlangıcı kalpte değil, aslında zihnimizde yer alır.’

Aşk ile kalın…

Biyolog Gülçin Şanlıoğlu

Kaynakça

  1. Bartels, A., & Zeki, S. (2000). The neural basis of romantic love. NeuroReport, 11(17), 3829-3834. https://doi.org/10.1097/00001756-200011270-00046
  2. Fisher, H. E., Aron, A., & Brown, L. L. (2005). Romantic love: An fMRI study of a neural mechanism for mate choice. The Journal of Comparative Neurology, 493(1), 58–62. https://doi.org/10.1002/cne.20772
  3. Gangestad, S. W., & Thornhill, R. (1998). Menstrual cycle variation in women’s preferences for the scent of symmetrical men. Proceedings of the Royal Society B: Biological Sciences, 265(1399), 927-933. https://doi.org/10.1098/rspb.1998.0380
  4. Insel, T. R., & Young, L. J. (2001). The neurobiology of attachment. Nature Reviews Neuroscience, 2(2), 129–136. https://doi.org/10.1038/35053579
  5. Larsson, M., & Jones-Gotman, M. (2011). Odor and emotional memory in humans: The role of the amygdala. Chemical Senses, 36(3), 255-260. https://doi.org/10.1093/chemse/bjq110
  6. Lieberman, M. D. (2007). Social cognitive neuroscience: A review of core processes. Annual Review of Psychology, 58, 259–289. https://doi.org/10.1146/annurev.psych.58.110405.085654
  7. Marazziti, D., Akiskal, H. S., Rossi, A., & Cassano, G. B. (1999). Alteration of the platelet serotonin transporter in romantic love. Psychological Medicine, 29(3), 741–745. https://doi.org/10.1017/S0033291799008946
  8. McClintock, M. K. (1971). Menstrual Synchrony and Suppression. Nature, 229, 244–245. https://doi.org/10.1038/229244a0
  9. Scheele, D., Striepens, N., Gunturkun, O., & Hurlemann, R. (2012). Oxytocin modulates social distance between males and females. The Journal of Neuroscience, 32(46), 16074–16079. https://doi.org/10.1523/JNEUROSCI.2755-12.2012
  10. Zietsch, B. P., Verweij, K. J., Heath, A. C., & Martin, N. G. (2011). Variation in human mate choice: Simultaneously investigating heritability, parental influence, sexual imprinting, and assortative mating. The American Naturalist, 177(5), 605–616. https://doi.org/10.1086/659629

Yazar: Gülçin Şanlıoğlu

Merhaba, ben Gülçin Şanlıoğlu. 2003 yılında Antalya’da doğdum. Bilime olan ilgim beni 2021’de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Biyoloji Bölümü’ne taşıdı, 2025 yılında mayıs ayında mezun oldum. Genetik, moleküler biyoloji ve biyoinformatik alanlarına büyük bir merak duyuyorum. Aynı zamanda öğrenmeyi olduğu kadar, öğrendiklerimi paylaşmayı da seviyorum. Bu yüzden Genetikçe’de yazıyor, bilgimi aktarmaktan keyif alıyorum. Boş zamanlarımda kitap okumak, yüzmek, tiyatroya gitmek ve film izlemek beni besleyen diğer tutkularım. İngilizce seviyemi aktif olarak geliştiriyorum. Bilimle büyüyen yolculuğumda her gün yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum.

Buna da Göz At

Kan Hücrelerimiz Nasıl Sessizce Değişiyor?

Yaşlanmayla birlikte hücrelerimiz sessizce değişiyor olabilir mi? İnsan vücudu her saniye milyonlarca yeni kan hücresi …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir